29 Mart 2010 Pazartesi

DOSTLARIMA


Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi. ..
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
"lezzet" kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ...

M E V L A N A

26 Mart 2010 Cuma

BİZE NE OLUYOR BÖYLE

Emekli olduktan sonra çok fazla dışarı çıkmaz oldum.. Tam bir emeklilik havasındayım.. Çocukları okula gönderdikten sonra 1-2 saat daha uyumayı da adet edindim şu son ay.. Kalkıp kendime davşan kanı çay demliyorum. Yanında ne olursa ;bir kahvaltı...
Bu gün ablamla buluşup bir iş halledecektik.. Neyse umduğumuzdan da kısa sürdü işimiz. Sonra ayrıldık. Çok hafif yağmur yağdı bir ara.. Ben biraz mağaza gezip öyle döneyim diye etrafımı inceleye inceleye yürümeye başladım.. Nereye geldim ben oldum birden bire... Ankaranın Kızılayında ,Yüksel caddesindeyim ama, ben buraya gelmeyeli insanlara bir haller olmuş.. Özellikle gençlerimize.. Genç kızlar, delikanlılar Allah Allah ya.. Değişik bir giyim tarzı var.. Ama her türden.. Sanki kimse kendine yakışanı değil de, moda denilen insanı şekilden şekile sokan furyanın esiri olmuşlar..Kilolusuda ,zayıfıda giymiş kısa belli pantolonu..Yaz değil, göbek ortada. Dahada ortada pirsing mi ne işte ondan var. Kaşında ,gözünde, burnunda, çenesinde ve dilinde.. takmadıkları yer kalmamış.. Birde döğme denilen tatular.. Pantolon ve giysi konusunda birşey demiyeceğim. Çünkü bir mağazaya gittiğinizde artık üst ve alt giysiler 32-34 bedenden başlıyor..Bakıyorum genç mağazasında bebek giysisi gibi şeyler.. Ama bu döğmeler. Bunlar çıkmazki...Düşünün bi. 60 yaşında dövmeyi görmek için bir kat kaldıracaksınız:)) Erkeklerde öyle değişik saçlar varki sanki gözünüze batacak gibi. 80 kilo jöleyle tepelere dik yamaçlar gibi kaldırılan saçlar. Tarz bu heralde gençlerde. Bu saçlarla çok seksi göründüklerini mi sanıyorlar acaba..

Yeni bir akım var şimdi. Sinekdawn mı ne. Benim oğlumda hastası. Hiç seyretmesini istemediğim halde gizli gizli seyrederken yakaladım birkaç kez. Tamamen şiddet... Nasıl bir sporsa birbirlerini öldüresiye dövüyorlar.. Okulda gidip yapıyorlar bunu. Öğretmenleri çok şikayetçi. Tüm okuldan.
Hergün en az iki düğmesi ve pantolonu sökük geliyor..Tepesindeyim vazgeçirebilmek için..Birde kendine ikoncan seçmiş oyunculardan. Onun gibi olmak istiyormuş..Yakında unutacağını umut ediyorum..
Bu eserin sahiplerinin yine de bizler olduğu bir gerçek. Sözüm meclisten dışarı...derken daha önce de dile getirdiğim bir yazımı eklemek istiyorum..

Akşam haberlerini eşimle izlemek, kritik yapmak en büyük zevkim… Ama şu bloglar la uğraşmaktan yaklaşık bir iki aydır çokta fazla oturup böyle bir ortamı paylaşamadım doğrusu. Nerdeyse bir haftadan beridir de içimden gelmiyor ki elimi bilgisayara sürüp bir iki dişe dokunur bir şeyler çıkarmak. Hele ki bugün Eeeee sıkıldım artık deyip eşimle haberleri seyretmek istedim.
Bizim evde sürekli haber kanalları arasında gidip gelip mekik dokuruz. Ama bunu eşim yapar hep. Var olan bütün kanallarda bakılır haberlere. Bu arada benim beynim de sinir tarlaları arasında gezintiye çıkar. Kazasız, belasız atlatırsam bu gezintiyi ne ala.

Neyse elimizde keyif çayı, önümüzde kabak çekirdeği ve beyaz leblebi. Hüpppp, kıtır, kıtır, çıt, çıt) Adı bende saklı kanallardan birinde Uğur Dündar’ın, Bahçeşehir Üniversitesi Dekanı Deniz Ülke ARIBOĞAN’la röportajı var. Çok güzel bir konuşmaydı. “KADININ ADI VAR” arkadaşlar. Genç yaşta Dekan olmuş, Profesör olmuş, kariyerinin en üstlerinde…..Çok değerli tespitlere ve fikirlere sahip. Belkide çoğu kişinin görüpte söylemekten çekindiği konuları öyle bir söyledi ve
konuştu ki.. “Ağır” ve çok oturaklı bir şekilde hem de. Ne güzel dedik eşimle, gıyabında bizlerden övgü ve taktir aldı. Eminim onu dinleyen herkes de öyle düşünmüştür.

Offff Offf . Eşim kumanda elinde, bir hamle daha yaptı..Yine tanınmış bir kanalda bir başka abuk sabuk bir haber ."Dünyada ilk kez bir erkek hamile kaldı. Üç ay sonra bebeğini kucağına almayı bekliyor. “

Yahu genç kızım yanımda, 10 yaşında oğlum yanımızda , soruyor çocuk, Hadi cevap ver bakalım. Bir erkek nasıl hamile kalır ve doğurur.

Ne şimdi bu? İlim mi, bilim mi, kimya mı?

Kim ne derse desin ben böyle ilime, bilime karşıyım. Her şeyin özelliğini bozdular vesselam..
Ben haberi başında dinlerken çözmüştüm zaten. Söyledim de, kesin kadınlıktan erkekliğe geçiş yapan ve üretme özelliklerini kaybetmeyen biridir diye. Ama gel gelelim haberi okuyan hanım doladı da doladı. Sonuca geldi sonunda ama biz çatladıktan sonra. Aynen benim düşündüğüm gibi işte. Bu tür ince ve hassas konularda hem dini, hem de insanlık ve ve tıp etiği açısından çok sıcak bakamıyorum.
“ bi dur! haber bitsin dememe kalmadan, yine Uğur Dündar’ la beraberiz.
Varya arkadaşlar..Öyle bir haber var ki..Bırakın parti kapatmaları, Yargıtayı, türbanı, Kuzey Irak’ı, PKK’yı. Çoook daha önemli bir haber ))
Paris bizim ülkemize gelir.. Durun…Susun dedim evdekilere. Bu haberi kaçırmamam lazım…
Paris Hilton’da Ana haber bülteninde 10 dk. yer kaptı ya. Efendim..Paris Hilton’un sabah kahvaltısında yiyeceği menü çok özenile bezenile hazırlanmış isteği üzerine, burda bir şey unutuldu. Ben hatırlatmak istiyorum.Kahvaltıdan sonra kürdanını sivri mi kullanır köşelimi acaba…..
Kalacağı suit kaç oda, kaç tane plazma tv. Var, kaç tane banyo var. Bakın şu da çok önemli . Banyolardan biri tam olarak boğazı görüyormuş. Eminim Paris banyo yaparken boğaz’ımızı doya doya seyredecek.

E ben bu arada isyan etmezmiyim. Niye benim banyomdan Ankara Kalesi
görünmüyor diye…))

Gelelim öğlen yemeğineee. Bir porsiyonu 100 dolarcık olan özel dana eti istemiş Pariscik. Bu et öyle bizim bildiğimiz etlerden değil. Bu danalar Japonya’da özel çiftliklerde masaj
yapılarak ve müzik dinletilerek yetiştiriliyorlarmış.

(Burda niye diye düşündüm işte. Ne kadarda masaj yaptırsalar, sonunda yine
kündeye gelmiyorlar mı bu danalar, birde benim bildiğim sadece Mö derler. Niye müzik dinletiyolar ki.Kareoke yapsınlar diyemi)
Eeee haklı kızcağız. Karşılığında uçarılığını, seksiliğini, güzelliğini sergileyecek.

Sevgili Paris’in İstanbul trafiğinde çok fazla sıkıntı sı olmasın diye, ayrıca kendi isteği olan tam 5 çeşit süper lüküs arabalar tahsis edilmiş.
Sen iste Paris sen iste. Ne istersen yaparlar…… Haberden son duyduğum organizatörlerden 200.000 dolar kadar çok cüz’i miktarda para istemesi.

Gülüyorum ağlanacak halimize.
Ülkemde varlık açısından insanlar iki guruba ayrılmış mı. Ayrılmış tabi. Bunu kimse inkar edemez. Zenginler ve fakirler var. Aşağıdakiler ve yukarıdakiler var.

Bir yanda avuç açıp bir dilim ekmek, yada parası isteyenler; çalışıp ta geçim sıkıntısı olan, emekli olup ta açlığa mahkum olanlar ve hal böyle iken bile var olan haklardan da önemli bir bölümü elinden alınmak isteyenler…

(Örnek o kadar çok ki)
Öte yandan da Paris Hilton gelecek diye olağan üstü önlemler alıp, hazırlıklar yapıp su gibi para harcayanlar.

Bunu da çok büyük bir maharetmiş gibi Ana Haber Bültenine koyarlar..

Ne diyem ki başka…

AĞLA EY SEVGİLİ ÜLKEM AĞLA!!!

25 Mart 2010 Perşembe

GÖNÜL GÖZÜ AÇIK OLMAK

Gönül gözü açıklığı; Bilimsel açıdan durugörü, kahinlik gibi psişik güçler olarak düşünülür. Bu lütuf araştırmaya açık bir konu olduğu için bilim adamları üzerinde çalışıp daha da geliştirmeye çalışıyorlar.

Bu ışık insana oluşurken , henüz embriyo halindeyken Allahın lütfuyla (bence) verilen bir özellik..Yani insanda bu sonradan oluşacak yada sonradan insanın yapısına katık edilebilecek bir şey değil ki; Çay değil ki bu, içine şeker atıp da tatlandıralım değil mi?

Kalpsel, yüreksel bir şey bu..

Gönül gözü açık olan hisseder, önceden görür, tahmin eder, ona göre davranır, yönlendirir. Ne bileyim iyilik doğruluk adına ne varsa yapar..

Yaşamın her anında gönül gözü görmeli insanın. Varsa tabi.. Şimdi kime sorsanız benim gönül gözüm açık der..Özde olması gereken, ancak özde değilde sözde olanlarına çok rastlar oldum bu günlerde.

Kendimden örnek vermek isterim. Çok bilimsel yazı yazmak istemem, yazamam da zaten.. Öyle entel dantel havalardan çalmadan yazmaya çalışıyorum işte..

Yıllardan beridir çalıştığım işyerinde de , komşularımda söyler bunu bana.. "Senin gönül gözün açık bir kahve falı baksana bize " derler. Kırmam... Bakmaya çalışırım. Çoğu zamanda gitmek istemem kimseye, sıkıyor beni bu fal istekleri. Bazen daha da ileri gidip şu işimiz var, sonu nasıl bitecek diye soranlar bile var.. Birgün bir arkadaşıma gittim. 3-4 aydır da görmemişim. Çok da öyle sıkı fıkı bir arkadaşlık değil. Bir araya geldiğimizde belki 45 dk otururuz beraber.. Yanında yeğeni var. Kahve içtiler. Tabi malum.. Açtık falı. Açar açmaz iki adet erkek ismi söyledim.. Birbirlerine baka kaldılar. Fal bittikten sonra . İki adet söylediğim isim falı baktığım arkadaşımım dayısıyla oğluymuş... Söylediğim olayları aynı gün yaşadıklarını anlattılar bana.. Bende şaşırdım aynı zamanda korktum.. Bunun gibi birçok olay ve isimler söyledim daha sonraları..Bu olayı ablama anlattım. Senin gönül gözün açık. Heryerde açma bu gözü kapat, çok günah dedi bana..:)))

Bu bir örnek ti.

Birşeyleri fala bakarak bilmek değil tabiki, karşımdaki birinin hakkımda ne hissettiğini, sempati mi, yoksa antipatimi beslediğini hissedebiliyorum. Burada bu blogu yazarken bile bloguma, yazılarıma sıcak bakanları, bana sinir olanlarıda görüyorum.. Biliyorum daha doğrusu:))

Gönül gözü açıksa heryerde açıktır anlayacağınız. Aile içinde de, dışında da....

En önemlisi evlilikte eşlerin gönül gözünün açık olması..

Bu konuya http://benve-phonix.blogspot.com/ Sevgili ONUNCU KÖYÜN ADAMI güzel bir örnekle değinmiş. Onun üzerine bende birşeyler yazmak istedim. Evlikte eğer köklü bir sevgi varsa iki taraftada birbirlerine karşı doğuştan olmasa bile mutlak gönül gözleri açıktır. Yok eğer birinin hem kalbi kör-cahil, hemde gözü körse bu evlilik sürecelikten ,silineceğe doğru yol alır.. Herhangi birinin birşeyleri hatırlatmasıyla ,görmeyen gözlere en tıbbın en son geliştirilen en kral katarakt ameliyatını yapsanda yine görmez yine görmez.

BU ÜLKEDE HERKES AKILLI


Bu ülkede herkes akıllıyım diyor. Kimse kendine çıt kondurmaz. Siz hiç gördünüzmü ya da duydunuzmu ben aptalım diyen birini.. Yokk.
Hükümet akıllı, devlet akıllı, asker akıllı,simitçi akıllı,bakkalı, çakkalı, memuru, esnafı,öğrencisi akıllı, yan komşum akıllı,üst komşum akıllı,ablam akıllı,eşim çocuklarım akıllı, anam akıllı, babam akıllı, hırlısıda,hırsızıda akıllı, katili,canisi, fanisi ,..Recep ivedik bile akıllı...:)) Yav hangisini sayayım top yekün herkes akıllı.. AHA DA FİKRİM GELDİ şimdi. Herşeyden vergi alınıyormu? Alınıyor. E niye akıl vergisi alınmasın. Bu vergilerle iç borçlar, dış borçlar ödenir. Hatta Amerikaya bile para yardımını biz yaparız. Rahattt ferahhh. Ohh gel keyfim gel ülkesi olmazmı arkadaşlar.. Kimse ben aptalım demeyeceğine göre:))) Hiç zor olmaz akıl vergisini toplamak. Sürekliliği açısından da hiç kuşkuya mahal yok.

Ben de akıllıyım tabiki.. Bu fikri ortaya ben attığıma göre , kendimi bu vergiden muaf tuttum..

19 Mart 2010 Cuma

HAYAT TANRININ ROMANIDIR / UNUTULAMAYANLAR

Bu yazımı daha önce blogcuda yayınlamıştım.. Anılara yazılı şahit olması açısından buraya taşıdım arkadaşlar..
Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Yolun yarısını çoktannn geçtim. Göz açıp kapayıncaya kadar su gibi geldi geçti ömür. Neler yaşadım, neler kaybettim, nelere sahip oldum, neler elimden kuş gibi uçtu gitti….Mutlumuyum, mutsuzmu, ne zaman, nasıl öleceğim?

Belli bir yaştan sonra bunları düşünmeye başlıyor insan.

Son bir aydır tontinimle (babama tontinim derim ben) uğraşıyoruz. 77 yaşında. Şeker hastalığı çok şey aldı götürdü ondan. Çok genç yaşta şeker hastası oldu. Son bir yıldır da iyice kötüledi. Artık ayakları pelte gibi oldu ve en önemlisi gözleri artık zar zor seçiyor..Mart ayı boyunca tam 6 ameliyat geçirdi gözlerinden.

İnsanın evlat olarak içi gidiyor. Can bu. Ata bu. Baba bu..BABA.

En son ameliyatını geçen hafta oldu. Ameliyata girmeden ben yanındaydım. Hastaneye taksiyle gitmiştim yetişebilmek için. Babamda, annemde beni bir başka severler. En küçük olduğum için heralde…

Babam beni gördüğü zaman çok sevindi. “Çabuk geldin kızım” dedi Ben de “taksiyle geldim tontini yetişmek için” dedim. Hemen anneme babam “çocuğun taksi parasını verin” dedi.

Babam paradan bahsettiği zaman orada aklıma; nerden de geldiyse? İşte çocukken yaşamış olduğum bir anım geldi..

Anlatmak istiyorum arkadaşlar…

7-8 yaşlarındaydım. Babam bir camide Din Görevlisi. Caminin lojmanında oturuyoruz. Lojman deyince sakın aklınıza öyle ahım şahım bir yer gelmesin. Öylesine yıkık, dökük bir evdi ki.. O evde, beni o yaşlarımda bile çok çok üzen bir şey vardı. Hiç yağmur yağmasını istemezdim. Yağdığı zaman, sanki biz evin içinde değil de dışarıdaydık. Evin içinde üstümüze yağardı yağmur. Tas,leğen, tabak, bardak ne varsa yerde olurdu. Açıkçası tavan olduğu gibi akıyordu. Ya geceleri çıkan ve evin içinde cirit atan fareler, sümüklüböcek ve hamam böceği…

Yokluk insana her şartı kabullendiriyormuş..

Evet yokluk…

Annem didiş dikerdi. Gelinlik yatak takımları. O zamanlar çok moda olan ve yorgancıların yaptığı bir işti bu. Üstüne boncuklar dikerdik ablalarımla.. Yani ailece elbirliği ile çalışırdık. Babam iş bittiği zaman 2 eline alır ve götürürdü teslim etmeye ve üç kuruş parayla geri dönerdi sevine sevine..

Yine böyle bir gün . takımlar bitmiş ve babam alıp götürecek. Çok iyi hatırlıyorum …

Çocukluk işte. Dondurma almak için babamın cebinde olan 75 kuruşun 25 kuruşunu aldım.. Dolmuş parası da 75 kuruş. E ben 25 kuruşunu alınca….Ah hiç unutmuyorum o günü..

Babam gitti ve geldi. Ama o kadar üzgündü ki. Dolmuşa bindikten sonra paranın eksik olduğunu fark etmiş. Ne yapsın şöföre söylemiş 25 kuruş eksik olduğunu. O da “İn aşağı, paran yoksa ne biniyorsun” demiş ve yolun ortasında atmış dolmuştan.. Babam çok mahçup olmuş. Elinde yükler, neredeyse 6-7 km. yolu yayan gitmek zorunda kalmış. Bunları anlatırken ben o çocuk halimle isyan, üzüntü, mahçubiyet ve suçluluk duygularını öylesine derin yaşamışım ki, bugün hala hatırlayabiliyorum.

Babam “kim aldı parayı cebimden” diye sorunca söyledim. Çok azar işittim, çok kızdı bana…

“Hay zıkkım yeseydim dondurma yiyeceğime”

İçimde hala dert olan bir şey var. O şöför babamı nasıl indirebildi, nasıl bir gönül, nasıl bir yürek taşıyordu .. Kötü olmak çok zordur. Nasıl bu kadar zor olan bir şeyi becerebildi ki… Biliyorum babam o eksik olan parayı son kuruşuna kadar öderdi…

Hastanede bunlar geldi aklıma..
Düşündüm, düşündüm, çok üzüldüm ve şükrettim Allahıma....













HAYAT TANRININ ROMANIDIR.

BİZ SADECE BU ROMANDAKİ OYUNCULARIZ.

YAZILAN NE İSE ONU OYNUYORUZ.

İTİRAZ YOK... BİRGÜN ELBET SONU GELECEK….



Bir Tek Kalbin Kırılmasını Önleyebilirsem,

Boşuna Yaşamış Olmayacağım,

Bir Yaşamdan Acıyı Alabilirsem,

Ya Da Acıyı Hafifletebilirsem,

Ya Da Birkaç Ardıç Kuşunu Yeniden Yuvaya Koyabilirsem,

Boşuna Yaşamış Olmayacağım…..


DİCKİNSON

14 Mart 2010 Pazar

NEDEN KEDİ SEVGİSİ

Bir insanın kişinin duyguları ve vicdanı var mı, yokmu....?Merak ediyorsanız eğer hayvan sevgisini bir ölçmekte fayda vardır....


İŞTE BENİM DÜNYA TATLISI KEDİM BY TARÇIN





SUDAN SEBEPLER VE EVLİLİK

Yeni evli bir çift vardı.Evliliklerinin daha ilk aylarında,bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişlerdi.

Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi. Son zamanlarda o kadar sık olmasa da,evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da
dil dökmüşlerdi.Ama şimdilerde, küçük bir söz,ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkmasına yetiyordu.

Bir akşam oturup ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler.

Her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin farkındaydılar.

Erkek, "Aklıma bir fikir geldi" dedi."Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer
bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da büyürse bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım."

Bu ilginç fikir hanımının da hoşuna gitti. Ertesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler.Aradan bir ay geçti.

Bir gece bahçede karşılaştılar. Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı.

Sudan sebeplerle bitmeye yüz tutan evliliğin, bir bidon suyla kurtulması ne kadar ilginç değilmi?

Birliktelikler, beraberlikler ölmesin diye yaşarken ne kadar değer verip besliyoruz.....

10 Mart 2010 Çarşamba

BAKIŞ AÇISI

Bir dikiş atölyesi. Bir çok bayan işçisi var. Hepsinin önünde aynı makinalar ve aynı dikilmesi gereken parçalar. Kimi çok hevesli çalışıyor, kimide bir an önce bitsin de evime gideyim havasında...

Yaklaşıyorum birinin yanına soruyorum "Ne yapıyorsun" diye.
"Görmüyormusun ne yaptığımı,şu incecik kumaşları, gelişmemiş makinalarla zoraki bir araya getirip dikmeye çalışıyorum. Aldığım para ne..Hiç..Karnımı zor doyuruyorum." diyor....

Birbaşkasının yanına yanaşıp aynı soruyu soruyorum "Ne yapıyorsun"...diye
Onun cevabı bir başka oluyor.." Bu güzel kumaşları birleştirip ortaya bir elbise çıkarmaya çalışıyorum. Gerçi kumaş biraz ince, zor dikiliyor, bende zorlanıyorum ama, işim bu benim, yapmak ve para kazanmak zorundayım. Yinede Allaha şükür bir işim var "diyor..

Üçüncü kişinin cevabı ise daha farklı..."Ben bir sanat eseri yaratıyorum" diyor..

Aynı işi yapan üç kişinin görüşü... Belki 3 kişiye daha sorsam çok daha değişik cevaplar alacağım..

Hayatımızda istediğimiz, yada olmasını hiç istemediğimiz bir şey varsa, bu kendi özümüzün ve gözümüzün bakış açısıdandır...

8 Mart 2010 Pazartesi

KADIN OLMAK


Gecenin ilerleyen saatleri ama sabahın ilk ışıklarıyla içtimaya hazır olmam lazım. Öyleki bitmek tükenmek bilmez işler yine aynı hızla yapılmayı bekliyor. Yıllardır aynı aynı aynı. Geriye dönüp baktığımda değişenin yaşın vermiş olduğu hoşgörü, olgunluk, alabildiğine annelik, daha yüklü bir kadınlık olduğunu görüyorum. Ve birde aynalarda, yılların verdiği çizgiler ve belirgin hatlar. Üzülmem mi lazım, bazen üzülüyorum tabi... Elden ne gelir. Olması gereken bu..
Bu geceden düşünmeye başlıyorum, yarın ütü var, ne pişireyim, perdeleri mi indirip yıkasam, yoksa duvarlarımı silsem. Yoksa yan gelip yatsam mı. Yooo işte bu olmadı..Yan gelip yatmaya hiç vaktim yok. Ev toz olmuş iki günde, süpürge tutmam lazım. Banyo tuvalet temizlenecek, etrafa atılan çoraplar :)))ve toplanmayı bekleyen bir sürü kıvır zıvır var. Bunları yapmam lazım. Ben yapmazsam kim yapar. Bir yardımcı çağırsam. Yok I'ı . Ben elimi sürmesem yinede yapılmamış gibi hissederim. Olmaz bunları hergün hergün yeniden yine yapmam lazım. Başım ağrıyor. Tansiyonum düşmüş. OOoo buda birşeymi Ne tansiyonuymuş bu..kalk işleri yap. Koştur Allah koştur. Son nefesine kadar koştur....
Netekim kadın olmak zor zenaat

7 Mart 2010 Pazar

VAROLUŞ KADINDAN OLDUĞUNA GÖRE BÜTÜN GÜNLER KADINLARINDIR :))

Peki neydi kadınların adını koyamadıkları bu sorun. Hangi sözcükleri kullanmalıydılar anlaşılmak için. “Çok boşluktayım,bunalımdayım,sanki hiç yaşamıyorum, bir eksiklik duyuyorum gibi söylemlerle anlatamıyorlar mıydı dertlerini acaba. Hiç anlatamadılar hiç..
Ne Ayşe’yi, ne Fatma’yı, ne Filiz’i, ne Ayten’i veya herhangi bir kadını tam olarak anlayan hiçbir erkek olmadı. Hala kadınların işlevlerinin üretmeyi sağlamak olduğunu düşünenler azımsanmayacak kadar çok sayıda. Bu bencilce tutum hemen hemen tüm erkeklerin beyinlerinin bir köşesinde ve
hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkardıklarını düşünüyorum.
Çoğu kadın bıçağın kemiğe dayandığı anda anca kendini anlatabilmekte. Susturulmuş, maddi manevi baskı altına alınmış, duyguları incitilmiş, itilip, kakılmış, acımasızca dövülmüş, aşağılanmış bir kadının birikimlerini nasıl ortaya çıkardıklarını basında üçüncü sayfa haberlerinde okumuyor muyuz. Şaşırıp kaldığım , inanamadığım birçok olayın hep kadınlar tarafından yaşanılıyor olması hangimizi üzmüyor ki. Basın yayın organlarının, teknolojinin ileri düzeylerde de gelişmiş olmasıyla , son birkaç yıldır kadınlar, “bizde varız, yaşıyoruz ve susmuyoruz artık, konuşuyoruz” un anlamını fazlasıyla ortaya koyuyor. Çoğu kadın geçmişe nazaran bugün ki gelişmişliğin verdiği bir cesaretle “bizde varız , eşitiz” diyebiliyorsa, bir o kadarı da hala yuvasının kutsallığını, yaptığı bütün özverilerin de kutsal bir amaca hizmet olduğunu düşünüyor. Tanrının kendine vermiş olduğu Kadınlık+Annelik duygusu içinde yaşamını, yıllarını harcamış olmaktan gurur duyuyor.Uzunn uzun yazılanlar, çizilenler,Kadının Adı Var’ lar yada Yok’lar!!! ne olursa olsun asıl gerekli olan bence toplumun( GENEL ANLAMDA ERKEKLERİN) kadınlar hakkındaki tutumlarının tümden değişime uğraması. Kadınlar tarafından yapılan, herhangi bir işin, eylemin, erkekler tarafından yapıldığı zaman olduğu gibi taktir görmesi ve normal karşılanması kabul edilinceye kadar kadın erkek arasındaki EŞİTLİK denilen soğuk savaş hiçbir zaman bitmeyecektir.

VAROLUŞ KADINDANDIR, o yüzden BÜTÜN GÜNLER KADINLARINDIR….

BEN HATALI DEĞİLİM ONLAR BANA ÇARPTI


Araba kullanmak çok kolay. Dikkat çok önemli..Trafik işaretlerini bilmek çok önemli..Hız yapmamak çok önemli.. Bunlara uyduğumu sanıyorum. Geçen hafta Perşembe günü parkettiğim yerden trafiğe intikal etmek üzere (ki daha emniyet kemerini bile takmamıştım) arabayı çalıştırdım ve sağdan istikamet almışken tam, tek yön ve girilmez işareti olan yerden devletin resmi aracı hızla girip sol taraftan bana hızla çarptı. Hızını kesemedi 10 metre sonra durabildi.. Güm sesi hala kulaklarımdan gitmiyor. O çarpmanın verdiği korku belkide ve sarsıntıyla bir baygınlık geçirmişim. Kendime geldiğimde bir hanım bana şamar atıyordu. Ve resmi görevlilerde su içirmeye çalışıyorlardı. Herneyse. Kimsenin canına bir zarar gelmedi ya.. Ama arabam on sol taraftan hasar gördü. Diğer aracın sağ tarafı olduğu gibi dağıldı. Önce bana hanım olduğum için heralde suç atmaya çalıştılar. Ben o arada eşimi çağırdım. Tek başıma olsam hiçbirşey yapamayacaktım belkide. Bide korkuyorum ki eşim kızacak bana diye. Geldiğinde baktıki ben hatalı değilim..Trafik polisi geldi. Tutanaklar tutuldu. neyseki karşı taraf hatasını kabul etti .Hayatımda ilk defa karakol yüzü gördüm. Kaza raporunu almaya gittim. Baktım % 100 suç karşı tarafa verilmiş. Şimdi aracım tamirde.. Ama kullanabilecekmiyim bilmiyorum. Korktum. Ya bir daha başıma kaza gelirse paniği..

Kazasız ve belasız günler dileğiyle arkadaşlar..

PİLİPİS RADYOM

Belki İlkokul 5 nci sınıftı. Hatırlayamıyorum. Philips marka bir radyomuz vardı. Zeki Müren'in Kıssadan Hissesi'ni,mikrofonda tiyatro programını dinlerdim hep ablalarımla. Mikrofonda Tiyatro her Pazartesi gecesi yayınlanırdı. Su pus olurduk başladığında. Ve o tiyatroyu bizde yaşardık. heyecanlanırdık, merak ederdik, korkardık.... Sonra Polis Radyosundan Erol Büyükburç'u, Zeki Müren'i ,Füsun Önal'ı dinlemek ne büyük bir zevkti. Şarkıları arka arkaya bu senin şarkın, bundan sonraki benim şarkım diye tutardık. Birde hiç unutmadığım ve hala bana çok ilginç ve garip gelen birşey var hala. Bratislavia radyonusu dinlerdim.:))))Bu yazıyı yazarken bile neresi olduğunu bilmiyorum hala (az sonra bakacağım ama) Ne anlardım bilmiyorum. Konuşma ve o dil beni çok etkilerdi. Taklit edip konuşmak isterdim.

Yaş ilerledikçe o günden bu güne ne çok şeyin değiştiğini anlatmak o kadar güç ve uzun ki....


Şimdilerde radyonun esamesi bile okunmuyor gibi.. Her şey , günbegün ortaya çıkan teknolojik aletlerin mini innacık avuç içi kadar eletlerin içine gizlenmiş, laptoplar, sinema kadar büyük televizyonlar, flash diskler, mp3 ler,cep telefonları,cep televizyonları:))) say say bitmez.. Hala ne olduklarını bile bilmediğim uç noktalarda geliştirilmiş okadar çok alet edavat var ki.. Ama bilmek te istemiyorum.. Mazur görün ama ..okunu çıkardılar teknolojinin..


İnternet Türkiye'ye ilk geldiğinde evine bilgisayar alan hemen hemen herkes çet yapmayı düşünürdü. Ben kendimi ayrı tutmuyorum. Bende çok merak ederdim. Netekim; bende bilgisayar aldığımda ilk çet nasıl olur diye merak edip sağı solu kurcalamıştım. Mirc ve ICQ gibi çet programları revaçtaydı. Ne olduğunu öğrendik. yalanlar, dolanlar, abuk sabuk sohpetler.....Ben de bir ara ciddi anlamda online okey oynama hastasıydım. Ve bağımlısı olmuştum hatta. Bütün bunlar topu topu 1 yıl kadar sürdü. Sonra bıkkınlık... herkesin yaşadığı gibi..E şimdi yine internet hastasıyım... Hay şu blogculuğu çıkaranlar...Teşekkür ediyorum onlara:)))

Nerdennnnn nereye... Masa bilgisayarı aut oldu, şimdi laptop revaçta. Daha küçüğü ve daha küçüğünün küçüğü de varmış. Ben çok merak etmiyorum ama çocuklarım adıyla sanıyla hepsini söylüyorlar..

Bilgisayarın en çok vurduğu sektör:)) kapı komşulukları ve dostluklar oldu. Kökünden söktü desem yalan olmaz heralde.. Evinde bilgisayarı olan kimseyi istemiyor artık. Artık ailelerin hükümdarı televizyon ve bilgisayar.. Diyorum da sanki ben neyim:)))Bilgisayarın başına geçtiğimde o blogdan bu bloga, photoshoptan paintshopa, facebooktan msn ye. bir kalkıyorum kafamdan bintane tını çıkıyor.. Günün analizi.. Uykusuzluk, zaman kaybı. Yok canımmm daha neler. 24 saat kalmıyorum heralde. 3-4 saat falan.

O konudan bu konuya atladım. Nerden nereye. Konunu başında bahsettiğim radyoyu geçenlerde annemlerin evine gittiğimde gizlice çaldım. Eve geldiğimde ablama mesaj çektim radyoyu çaldım diye:)))Getirmişler dibe köşeye atmışlar. Ben baş köşeye koydum. Bayılıyorum. Düğmeleri bana göz müş gibi geliyor. Bakışıyoruz arada bir....

Eskimemiş eskilerim bunlar benim...Sevgiyle kalın arkadaşlar....
NOT: Bratislava Slovakya Cumhuriyetinin Başkentiymiş.. Az önce baktım.

DÜNYANIN AYAK İZLERİ


Blog Listem